Nereden başlamalı, nasıl ilerlemeli… Karar vermesi çok zor, aşırı zor hem de… Füruzan hakkında, hayatımın, insanlığımın, yazarlığımın en kıymetli parçalarından biri hakkında konuşacağımı, Parasız Yatılı üzerine konuşacağımı düşününce nefesim kesiliyor. Öyle mecazen falan da değil, gerçekten kesiliyor. Füruzan’ın boyumdan büyük kariyeri var. Ne kadar çabalarsam çabalayayım, Füruzan’ın bu “ilk” eserine olsun, yaklaşamam asla. Okur olarak da, yazar olarak da. Ancak nefesimin kesilmesi sadece bu nedenlerden değil.
Parasız Yatılı deyince… İskele Parkları’ndaki ölü baba, onun ölümünün üzüntüsünü üzülüp üzülüp bitirmiş anne ve büyümesi durmuş çocuk gelip oturuyor göğsüme. Önce onlar. En çok onlar oturuyor göğsüme ve kesiyor nefesimi. Onları Haraç’ın Servet’i takip ediyor. Derken Yaz Geldi’deki çocuklar geliyor. Ardından Hala Adile. Vedat… Miraç… İsyan mı, öfke mi olduğunu anlayamadığım kocaman bir duygu kabarıyor göğsümde, kaburgalarımı kırıp çıkmak istiyor dışarı, olmuyor. Büyük bir acı tam şuramda. Gözlerim doluyor Parasız Yatılı’nın insanlarını düşününce. Aslında… ülkemi düşününce gözlerim doluyor. Şuram acıyor. Yalnızlıkların, yoksullukların, yoksunlukların, haksızlıkların aynılığını düşününce.
Bir yandan da enteresan, beklenmedik bir umut. Füruzan heybetli, gösterişli bir ağaçsa bu öykü ormanında, ben de onun dallarından birinden filizlenmeye çalışan bir tohumum. Bir akrabalığı taşıyacağım ben de buradan öteye. Bu ormanda ya da dünyada tek başıma değilim. Asla. Bir okur olarak. Bir insan olarak. Bir yazar olarak. Tek başıma değilim asla.
Füruzan benim yazar olmama sebep olan yazar. Bu açıdan bakınca da tuhaf bir sahiplenme duygusu kabarıyor kalbimde. Tabii ki ben konuşacağım Füruzan üzerine diyorum. Ne de olsa taa on yedi yaşında çarptı beni Füruzan. Pusulam oldu benim. Parasız Yatılı da Kuzey Yıldızı’m gibi bir şeydi, ben yıldızların ne işlere yaradıklarını kavrayacak çağda olmasam bile Kuzey Yıldızım oldu işte.
Şöyle anlatayım Füruzan’la hikayemi size…
Bursa’da yaşayan, dünyadan habersiz, fidan gibi bir kızım. On beş yaşındayım. Evimizin çatı katında minnacık bir odam var. Başta Jules Verne olmak üzere, bir dolu Altın Kitaplar ve Kelebek kitaplar cildi, şu küçük Milliyet Çocuk kitaplarıyla dolu. Bir de sadece benim görebildiğim bir aile, bir gnome ailesi.
Odanın eğik, beyaz badanalı tavanına lacivert ve siyah pastel kalemlerle “ben yazar olacağım” yazmışım. Niyetimi, hayalimi yazarak mühürlemişim sanki. İnsanın niyetlerini mühürleyen daha ciddi şeyler olduğunun farkında değilmişim tabii.
Odamın göğe açılan bir penceresi var. O pencereyi açıp yaz kış demeden, hava ıslak değilse, kiremitlerin üzerine çıkıp oturuyorum. Kargaları seyrediyorum. 4. Murat Camii’nin minareye çıkan imamını seyrediyorum. Bursa ovasını. Müthiş hikayeler yazmam gerektiğini düşünüyorum, yazar olacağımı… Ve yazar olmak demek, insanlara heyecan verecek hikayeler uydurmak, onları sayfalar boyu sürüklemek demek.
Hayaller sorgulanır mı, sorgulanmaz aslında değil mi, hele de geçmişin hayallerini sorgulamak saçma bir yanıyla. Ama işte insan sorguluyor demeyeyim de, hayret mi ediyor geçmişe bakınca? Evet, hayret ediyor insan, en çok kendi toyluğuna, cahilliğine. Sevimli bir cahillik ama bu, masumiyetten kaynaklanıyor ve iyi niyetli çünkü. Hikayenin ne demek olduğunu tam anlamıyla bilmesem de o vakitler, hikayelerin insanlarda uyandırabileceği iştahın gölgesinin görür gibi olmuşum herhalde ki peşine düşmüşüm hikayelerin. O yüzden… yazar olmayı güzel, heyecan verici hikayeler uydurmak ve anlatmak sanan on beş yaşıma kıyamıyorum bugün bile.
Kıyamıyorum çünkü yazar olmanın nasıl bir şey olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu fakat müthiş bir hevesim, iştahım vardı.
Yazar olmanın ne anlama geldiğini, insan elbette ki yazarak, üreterek, yazdıklarını yayınlatarak, okuyucuyla karşılaşarak deneyimliyor. Ancak yazar olmanın ne anlama geldiğini en çok usta yazarlarla karşılaşmalarınızda tecrübe ediyorsunuz. Siz de yazar olsanız bile. En çok okurluk sanatında ustalaşarak öğreniyorsunuz yani.
Usta yazarlarla karşılaşmalar dedim… Karşılaşmalar önemli…. Tesadüfi olsalar bile. Füruzan’la karşılaşmam gibi mesela.
Füruzan denince on yedi yaşıma dönüyorum. Bursa’da, dünyadan habersiz, fidan gibi bir kızım. Demiştim, değil mi! On yedi yaşındayım ve aşığım. Kitaplara. Bir de şiiri ve blues’u seven, esmer bir oğlana. O oğlanla İstanbul’a geliyoruz. İlk gelişim İstanbul’a. Tarihi yarımada, Cağaloğlu vesaire derken, Beyoğlu’na çıkıyoruz el ele. İstikamet Cumhuriyet Kitap Kulübü.
Bir odada Selim İleri, Peride Celal ve Füruzan. Üçünün de adını ilk defa duyuyorum. Bursa’da bu isimleri duyacağım bir ortamım yok çünkü. Ama o odada geçirdiğim on dakikada sıradan yazarlarla karşı karşıya olmadığımı anlıyorum. Çocuk aklımla, hep bir şeyleri anladığımı sanıyorum ama eksik anlıyorum aslında.
En yapılmayacak şeyi yapıyorum, çok da utanarak itiraf ediyorum şu an bunu: mor kapaklı, çizgili bir defterim var, yanımdan uyurken bile ayırmadığım, ona imza atmalarını rica ediyorum. Büyük ayıp aslında ama imza günü ziyareti bana yapılmış bir sürpriz, hazırlıklı olmama hiçbir türlü imkan yok diyerek aklamaya çalışayım kendimi. Bu üç ismin de bana ne kadar nazik davrandığını düşününce daha da utanıyorum.
Çok az bir harçlığım vardı sanırım, o da sigarayla çaya gitmiştir muhtemelen. Hafızam da pek yardımcı olmuyor, bundan tam otuz yıl öncesi ne de olsa, hiçbir şey alamadan dönmüşüm Bursa’ya. Öyle hatırlıyorum çünkü kitabı Ezgi Kitabevi’ne sipariş ettim daha sonra. O dönem, yani 1991 senesinde, Bursa’da iki kitabevi vardı. Heykel’deki Ezgi Kitabevi evden ve okuldan sonra en çok vakit geçirdiğim yerdi. Füruzan’ın Parasız Yatılı’sı gelene kadar geçen bir ayda benim için uzaklaştırma emri çıkarmamış olmalarına bugün bile şaşırıyorum. Günde iki kere soruyordum kitabı.
Şimdi düşünüyorum da, aslında benim yazarlığım Füruzan’ı gördüğüm gün şekillenmeye başlamış, tek bir satırını okumadan onun. Bir yazarla karşılaşma anı, ne kadar önemli bir şey bir okur için, hele de bu okur durmadan yazıyor, günün birinde kendi kitabını eline almayı hayal ediyorsa. Füruzan’ın o dimdik, aslında dimdik kelimesi ne kadar da eksik kalıyor, bir ağaç gibi diyeyim, sapasağlam duruşu, saçlarının sarısı, o tek bir telinin bile fırlamadığı muntazam topuzu, odada bir güneş gibi, hayır içimizi ısıtan değil, etrafında dönmemiz gereken bir güneş gibi durması odada…. Öyle bir izlenim uyandırmıştı bende. Eminim o kimsenin onun etrafında dönmesini ya da uydusu olmasını istemez ama.
Nihayet geliyor kitabım. Elimdeki bu Can Yayınları baskısı. 3 Haziran 1991. Bu tarihi atmışım içine. Kitabın geldiği gün mü, okunup bitirildiği gün mü acaba? Ben 17, Parasız Yatılı 20 yaşında tanıştığımızda. Tabii Parasız Yatılı benden genç olsaydı da benden deneyimli olurdu mutlaka. Okuyanlar bana katılacaktır.
Öykücülüğümüzdeki kıymetli yeri bir yana, okurluğumda şöyle bir dönemeci temsil ediyor. Can Yayınları ve Füruzan’la yetişkinliğe adım atıyorum. Çocuk değilim artık, büyüklere, insanlara(!) yazılmış kitapları okuyorum. O ciddi bakışlı, güzel ağızlı, güzel gözlü kadının hikayelerini okuyorum. Kadın tam bir büyücü. Büyüsünün sırrına tam eremiyorum fakat tanıyorum büyüyü.
Çatıya çıktığımı, Parasız Yatılı kucağımda Bursa ovasına ve bütün o şehir manzarasına baktığımı, Bursa’dan, Bursa’nın az gelişmişliğinden, imkansızlığından kurtulacağım günü görmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Bursa’dan özür dilerim şimdi o gün için, ergenliğime vermiştir umarım. Gözümü kapattıkça Füruzan’ın yüzü beliriyor zihnimde. İlk rol modelim oluyor. Güzel seçim aslında ama zorlu da bir seçim tabii.
Parasız Yatılı’yı aradan geçen otuz yıl içinde kaç kez okudum, altı-yedi kez herhalde. En az. Derinliğini her okuyuşta bir parça daha idrak ettim, o zenginliğin bir parçası olduğumu, ona bir adım daha yaklaştığımı bilerek büyük haz aldım. Her yaşımda beni farklı bir haz bekledi Parasız Yatılı’da, hâlâ da bekler biliyorum. Her okumada farklı bir dersin, yazıya dair, beklediği gibi.
İskele Parkları’nda öyküsünü ise, abartmıyorum, herhalde onlarca defa okudum. Hatta bu öyküyü onlarca kadınla okuma şansına eriştim. Sanırım şu hayatta kendimde kıvanacağım şeylerden biri de, onlarca kadını Füruzan’la buluşturmaktır. Füruzan üzerinden, Füruzan sayesinde kaç kadınla akrabalık kurduğumu hatırlamıyorum bile ve bu çok güzel bir duygu. Bu dünyada tek başıma olmadığımı hissettirdi bana. Onca acı karşısında, kalbi kaskatı kesilmemiş, isyan etmekten korkmayan ne çok kadın olduğunu gösterdi. Neyse, bu tecrübeye vaktim kalırsa dönmek isterim yine.
Geçen sene, Parasız Yatılı’yı ilk okuyuşumda altını “titrek titrek” çizdiğim satırlara bir bakayım dedim de. İşin ilginci, sonradan bu kitapta pek de istenmeyen ya da en azından kitabın açılışında istenmeyen üç öyküden ikisinin altını ısrarla çizdiğimi fark ettim. Sabah Eskimişliği ve Özgürlük Atları adlı öykülerden birçok satırın altını yani.
Özgürlük Atları’nın çok berrak olmadığının, hikayeyi tam anlayamadığımın farkındaydım aslında okurken ama hikayedeki imgeler, hikayenin şiiri, müziği, olasılıkları sanırım cezbetmiş, çok etkilemişti beni. Özgürlük Atları’ndan altını çizdiğim bir bölümü okumak istiyorum, 17 yaşında genç bir kızken altını çizdiğim bir bölümü: “Mutluluğunuzu tanımlamak için kocaman bir kalabalığı gereksiniyorsunuz. Bana, gençliğinizde sizin de yaşadığınızı söylediler. Sonradan edindiğiniz ölü kabuklarınız yokmuş. Güzelim bir kadınmışsınız üstelik. (Sizi de kırdılar mı?)…. Şanlı şerefli kurallarınıza sarılmadan önce, kendi dışınızdakileri de seviyordunuz sanırım. Çok yorgunum. Buna yorgunluk demeyelim. Hüzündür olsa olsa palyaço giysileriyle gelen hüzün.”
Mutluluğu da mutsuzluğu da, sevmeyi de, yorgunluğu da, hüznü de bilmediğim ve bu suratıma vurulsa herhalde sevinmeyeceğim bir yaş aslında. O açıdan bu satırların altını çizmem enteresan.
Ergenliğimin tüm kendini beğenmişliği, deneyimsizliği içinde aynı öyküden altını çizdiğim iki satır daha: “Sizi bir gün ağlarken görmüştüm. Ne kadar sevilesi gelmiştiniz bana.” Ya da “ Ben çocukken (ne zaman çocuk olmuştum?) görünmeyen adam olup pasta yemek isterdim. Ne kıtmış tutkularım. Gidiyor musunuz? Gülegüle. Kapıyı iyice kapayın. Sizden üşüdüm.”
Yıllar sonra, on yedi yaşındaki Aslı’nın altını çizdiği satırlara bakarken, Sabah Eskimişliğin adlı öyküde, “Bize uslu olmayı öğrettiler başta” cümlesinin altını çizmediğimi görünce üzülmem, bozulmam kendi çocukluğuma. Ona ne demeli! Bu cümleyi nasıl kutsamaz, alkışlamaz Aslı! Bu cümlenin yanına nasıl kendi ergen manifestosunu yazmaz. Yazıklar olsun.
Okumaya, paşa karısı teyzesinin evine, şehre gelen üniversite öğrencisi kızın öyküsü Taşralı’daki, “Benim gibi yalnız biri için pazarları sevmenin güçlüğü anlatılmaz,” cümlesinin altını da kendim üniversite öğrencisiyken çizmişim. Yanına da “al benden de o kadar” diye not düşmüşüm. Evi, Bursa’yı çok özlemişim, çok özlerdim, ondan sanırım.
Bir de şu satırların altını çizmişim Taşralı’da: “Oysa keseceğim.” (Saçlarını kastediyor.) “Hem de en kısa. Ders kitaplarımı değil, en sevdiğim yazarları alıp elime, bir dolu yeri gezeceğim.” Ben de saçlarımı bir numaraya vurdurmuşum, kent sıkıntısından mı, üniversitenin sıkıntısından mı, aşık olduğum çocuk (bu defa bir başkası) Amerika yolcusu diye mi? Berbere girmeden mi okumuşum Taşralı’yı tekrar, yoksa okuduktan sonra mı girmişim berbere! Kim bilir.
Teyze yeğen/kız arasındaki, aslında teyzeyle kızın annesi arasındaki gerilim, uzaklık, belki kıskançlık, sonraları dikkatimi çekmiş, çekti daha doğrusu. Okumanın nasıl bir eylem olduğunu, nasıl bir emek gerektirdiğini öğrendikten sonra.
Otuzlu yaşlarıma gelelim. Kırklarıma.. Mesela, Nehir öyküsü. Yağışlardan kabaran nehirdeki büyükbaş hayvan ölülerine gelelim. Suyun dönüşlerindeki köşelere takılmış, şişmiş hayvan bedenlerine. Ağanın, gönlü kaymadığı, görgüsü de uymadığı için İstanbul’a dönen karısı yerine geçen on üçündeki kızın bedenine. Yokluğa, kimsesizliğe kurban edilmiş çocukluğuna o kızın. Haraç’taki Servet’e gelelim sonra. Ömrü, ruhu, bedeni kemirilmiş, çürütülmüş Servet’e. Boyun büktürülmüş Servet’e. O devasa ahlaki çöküntüye.
Kitaba adını veren Parasız Yatılı öyküsü sonra… Hiç çocuk olmamış bir çocuğun ve onun işçi annesinin yoksulluktan kurtulma umudu. Füruzan’ın yoksulluğu dile getirişindeki incelik. O umudun parasız yatılı sınavına, yani aslında yoksulu arka sıralara iten devlet kapısına bağlı olması. Oysa devlet şöyle korkunç bir şey, değil mi?: “Kömürler kızarıp ateş olmaya dönünce her şeyi unutup – arka sırada oturmayı – Kızılay Kolu’ndan yemek yemeyi – ulusal bayramlarda şiir okumamayı…” Annenin “hastanedeki işimiz”e giderken el kadar kızın haftanın beş günü tek başına kalması. Her satırı bıçak gibi kesiyor insanın ciğerini.
Bu yoksulluğun sözde nedeni sonra: “Niçin babasını hep yaşayacak sanmışlardı? O da ölecek gibi görünmüyordu. Öyle dürüst, öyle kesin bir adamdı ki; ölümün sinsiliği ona hiç gölge düşürmemişti.”
Bir diğer baba, Yaz Geldi’deki. Ama baba bahsine fazla girmeden… Bu kadar çok çocuk görmek öykülerde. Buna hayret ettiğimi hatırlıyorum. Annesinin, “Sen de beni sevmiyorsun, ben talihsiz bir kadınım,” dediği çocuk. Büyümesi durmuş çocuk. Hiç çocuk olmamış çocuk. Çocukken gelin olmuş çocuk. Boyun eğdirilmiş çocuk. Yoksul olduğunu bilmeyen çocuk. Yürümelerindeki uyumsuzluğun yoksulluklarını çoğalttığı çocuklar. Yaz Geldi’deki çocuklar sonra, tekrar. “Babam kömür deposunda hamal. Biz anamla yenilerde geldiydik buraya. Anam dün gece başka adama kaçtı. Kaçarken de geyikli kadife duvar yazgısını aldı. Bakır tencereyle tahta kaşıkları da aldı. Babama gece iyice dövdü beni, duvarlara çarptı, kaldık elin yabanlarında diye…” anlatan çocuk. Babası, “Çek git başımdan, seni (annesini kastediyor) nerden topladı kimbilir,” diyen çocuk. Yaz Geldi’den bu da. Çok acı bir öykü. Öylece. Her satırı.
Bir bütünün, hüznün, yalnızlığın, varoluş sıkıntısının, göçün, yabancılaşmanın, yoksunluğun, yoksulluğun parçaları bu öyküler. Her biri birlikte ve ayrı ayrı değinilmeyi, haklarında uzun uzun, ustalıklı konuşulmayı hak ediyor.
Ben, az önce de dediğim gibi, en çok İskele Parkları’nda hakkında sohbet ettim. Öykünün atmosferi, kadının o cisimleşmiş acısı, kutsal annelik safsatasının yerlebir edilmesi, yerine insanlığın, merhametin konması, benim gözümde tabii, ne anımsanan ne özlenen o tutmalar sarılmalar, hiçbir şeye üzülmemeler, üzüntüsünü bahşişle savanlar, ailenin yokluğu… Bu öyküdeki kadının o köşeye kıstırılmışlığını çok iyi anladım. O yüzden sanırım ısrarla bu öyküyü okudum kadınlarla buluşmalarımızda. Mesela kadının, kocasının ölümünü haber alışını aktarışından alıntılayayım: “Yanında çalışan arkadaşı gelip, ‘Başın sağolsun abla,’ demişti. ‘Kolunu kaptırdı enişte makineye. Aman ha!… demeden etraftan, giriverdi makinenin içine. Bir insanda ne çok kan olurmuş.” Bu son cümleyi, “Bir insanda ne çok kan olurmuş,” biraz durup düşündüğünüzde ne korkunç bir ölüm olduğunu idrak ediyorsunuz.
Devam ediyorum aynı yerden: “Üzme kendini üzme. Her şey öyle çabuk oldu bitti ki, acı duymadı. Al, bu da üstünden çıkanlar.’ Askerlikte çektirttiği Yozgatlı onbaşıyla olan resmi, plastikten para cüzdanı, bir kağıt beş lira, bozuk yetmiş beş kuruş, bir de yapış yapış mendil.”
Bir başka alıntı yine İskele Parkları’ndan: “Bu olmasa, (çocuğunu kastediyor) diye düşündü, ağaca çıksam pabucum yerde kalmazdı. Bir boğazın derdi ne olur ki? Artık otuz yaşındayım. Yaşlandım sayılır. Hem yedi yaşında çocuklu bir kadınla kim evlenmek ister yeniden? Zayıfım da. Tahta gibi göğüslerim var. Belki biraz yiyip içsem, adaam sende, nerde koca. Zaten evlenmek istemiyorum aslında. Ama para yok, pul yok. Bazı şeytan diyor, at kendini denize, bitsin şu iş. Bak adama sen, öl git. Yapılacak iş mi bu? Hiç bizi düşünmedi. Bilmiyor mu? Kimimiz kimsemiz yok.”
Bazı şeytan diyor, at kendini denize, bitsin şu iş… Edebiyatın ne işe yaradığını soranlara verilecek en güzel cevap da böylece ortaya çıkıyor sanırım: Bizi suyun üzerinde tutuyor, kelimenin gerçek anlamıyla nefes aldırıyor, şeytanın sesini susturuyor. Ortak beğeniler, ortak dertler, ortak uslüp arayışları… Bunları bulduğumuz Füruzan gibi yazarlar tutkal oluyor ve edebiyat bizi birbirimize akraba kılıyor. İçine doğduğumuz ailemizin dışında kendi seçtiğimiz insanlardan bir aile kurmamıza yardımcı oluyor.
Parasız Yatılı’nın kapağını araladığımda diyordum… yüreğim sızlar. O kız çocuklara, o oğlanlara, o beslemelere, yurdundan/toprağından ayrılmak zorunda kalanlara, sabahın kör karanlığında annesiz babasız ekmek arası helvasını yiyip okul yoluna düşen çocuklara, terk edilmiş bir köşkü bekleyen yaşlı kızlara yanarım.
Hayat kaba. İnsanlar da çirkin ve merhametsiz. Ama yine de umut var çünkü Füruzan gibi büyücüler hayatın öykülerini bize taşıyorlar. Bütün gerçekliğiyle, o çıplak süsüyle, tokat gibi haliyle. Öylece. Dayanıklılığımızı sınıyor sanki bir yanıyla, farkına varmadan. Beni aşan bir şey var Parasız Yatılı’da, muhteşem bir hayat bilgisi var. O yüzden, iyisi mi susayım artık.
Evet.
On beş yaşımda ya da on yedi, sadece hayal kuran bir kızdım. Bana o gün, elimde Parasız Yatılı ile, kırmızı kiremitlerin üzerinden Bursa’yı seyrederken, büyüyünce yazar olacaksın, Füruzan hakkında konuşacaksın deseler, herhalde şaşkınlıktan çatıdan aşağıya düşerdim. Dolayısıyla bu konuşma esnasında bir kusurum olduysa on yedi yaşındaki Aslı’nın hatrına affedersiniz umarım. Şimdiden teşekkür ederim.
*Bu yazı ilk olarak Kıraathane İstanbul’da gerçekleşen Füruzan panelinde konuşma olarak sunulmuştur.